Tuesday, September 05, 2006

Hepimiz Kristof Kolomb’a güldük: Sergi Çevirisi

Hepimiz Kristof Kolomb’a güldük: Sergi Çevirisi

Deimantas Narkevicius’un The Role of a Lifetime (Hayatının Rolü) adlı işi 1965 yılında çektiği The War Game (Savaş Oyunu) adlı belgesel sinema janrında bir kırılmaya neden olan kurgusal belgesiyle tanınan ve çok tartışılan yönetmen Peter Watkins’le yapılan bir röportaj içerir. Aşagıda röportajın türkçe dökümünü bulacaksınız.


Çektiğim ilk film, ki siz daha görmediniz, bir anlamda mesleğimin doğduğu ortamı oluşturur... Amatörce yapılmış bir film; adı "Unutulmuş Yüzler". Film, 1956 Macar ayaklanmasını canlandırıyor. 1960‘da, İngiltere‘de, Canterbury Katedrali‘nin hemen yanı başında çektim, ama sanki Budapeşte‘de çekilmiş gibi. Film, aslında tam bir aldatmaca... sahte, uyduruk. İzleyen pek çok insan, 1956‘da Macaristan‘da çekilmiş olduğuna hükmetti. Filmin iskeletini- diğerlerinin yanı sıra - „Paris Match“ fotoğrafları oluşturdu... filmler değil, fotoğraflar... „Paris Match“ dan son derece etkileyici bir dizi fotoğraf. „Unutulmuş Yüzleri“ çekmeden önce bu fotoğraflar üzerinde uzun uzun çalıştım: Fotoğraf makinası nereye yerleştirilmişti, insanlar merceğe nasıl bakıyorlardı, nasıl bazen vücudun sadece bir kısmı fotoğraf karesine girmişti. Bir diğer ifadeyle, fotoğraflara bakıp, gerçekliği nasıl yeniden canlandırabileceğimi; izleyenlerin gerçeği izlediklerine inanmalarını sağlayacak o özel duyguyu nasıl yakalayabileceğimi araştırıyordum... öngördüğüm bir takım başka unsurların, öyle olmadığını açıkça ortaya koyacağını ümit etsem de. Yani, işin başında biçimi sorgulayarak - yanlış anlaşılmasın – oyalanıyordum... gerçeklik dediğimiz biçimi... aslında son derece kişisel ve sübjektif olduğunu; baskın katı kuralları amacı olmadığını ortaya koyarak.

Bağlantılar var... kişisel yaşamım, aile yaşantımla ilgili bağlantılar. Demek istediğim, yaptığım işle aramdaki bağ çok çok güçlü. Bunun farkındayım. Bu bağlantıların adını koyamasam, hatta bunu yapabilecek son insan ben olsam da, onların orada olduğunu biliyorum. Nasıl ki kişinin geçmişi, kişinin karakterini ve inançlarını bir çok bakımdan şekillendirir... yaratıcı süreç üzerindeki etkisinin de kişiden soyutlanması mümkün değildir, ben böyle inanıyorum. Bir yönetmen ya da bir sanatçı, „geçmişimin sanatımla hiçbir ilgisi yok“ diyor ise, ya yüzüne bakıp, ona, „yalan söylediğini düşünüyorum“ demek zorundayım yada, ihtimaldir ki bunu daha farklı bir şekilde dillendirip, „yapıtının yaratılış süreci üzerinde hiç düşünmediğin kanısındayım“ derim.

Diyeceğim, bu son derece karmaşık bir durum ve tabi, benim için de öyle. Ben, bir II. Dünya Savaşı çocuğuyum, diğer bir çok insan gibi. Bu insanların hepsi benim gibi film işine soyunmadı. Bu ayrı bir konu... ama savaş benim için hep bir ilgi ve endişe konusu olmuş, aklımı çok meşgul etmiştir. Nedendir? Bu nereden kaynaklanmaktadır? Bilmiyorum. Savaş sırasında İngiltere‘deydim... ama orada başkaları da vardı. Tabi, şuna inanıyorum... kesinlikle, tam anlamıyla inanıyorum ki, yaşamım boyunca yaptığım işler giderek marjinalleştirildi. Bu beni çok etkilediği gibi, işlediğim konular üzerinde de etkili oldu. Siyasal bakış açımı etkiledi ve daha pek çok şeyi. En azından ben bunun böyle olduğuna inanıyorum. Sanatçının tarafsızlığı fikri beni hiç ilgilendirmiyor... böyle bir şey varsa bile, açıkcası hiç ilgimi çekmiyor, ilginç bulmuyorum.

Belgesel denilen şeyin bir yaratım olduğu iddiası yalandır. Ve ben bu işi sadece zevk için yapmıyorum. Bence, bazı sanatçılar biçimle oynamaktan zevk alıyor ... ama ben değil, çünkü kendi yaşamımda böyle birşey yapmanın bedeli benim için astronomik boyutlarda olur! Ben, işin sadece yaratıcılık yönüyle değil, siyasal ve sosyal yönleriyle de ilgiliyim. Ve, bence, işimin yanlış yönlenmesine neden olan da tam bu... ve bana maliyeti büyük oldu. Bu nedenle, yaptığım işler fazlasıyla marjinal oldu. Çünkü, benim mesleğimde böyle yapmamak gerekiyor, öyle sorular sormamak gerekiyor... mesleğimin icrasını rahatsız edici hale getiriyor.

Adım Peter Watkins. Ailemin bir bölümü ve birkaç arkadaşımla birlikte işte burada, Litvanya‘da, Gruto Park‘dayız. İçinde bulunduğumuz alan son derece davetkar ve biraz da tuhaf bir nevi tema parkı. Parkın yerel yatırımcısı, Vilnius‘un arka bahçelerinde uzun yıllar dolaşıp, bulabildiği tüm Lenin, Marks vb marka heykelleri toplamış ve Litvanya‘nın güneyindeki işte bu bataklık araziye getirerek, bu parkı Sovyetler döneminde inşa etmiş. Bazı Litvanyalılar için park tam bir felaket... yani, bu canilerin heykellerinin ağaçlarında kuşların cıvıldadığı bu ormana yerleştirilmiş olması! Ama, bence, bazıları için de tarihin sonsuz ve hüzünlü tekerrürü ve insanoğlunun inanılması güç insafsızlığı üzerinde düşünme fırsatı.

Yaşama, yapacağın işi planlayarak, programlayarak yada onu neyin üzerine bina edeceğini tanımlayarak başlayamıyorsun. Herşey gelişip, dönüşüyor, değişiyor. Ama, yaşama birtakım sezgiler veya duygular veya istekler veya ideolojiler ile başladığın bir gerçek... ille de benimsemediğin, belki yaşlandıkça yavaş yavaş benimsemeye başlayacağın ve yaptığını neden yaptığını böylece tanımlayabileceğin şeyler. Yirmi, yirmi beş yaşlarındayken sanırım bazı sanatçılar fazlaca düşünemiyorlar... bazıları da bunların üzerinde düşünme alışkanlığını hayat boyu edinemiyor. Düşünmüyorlar işte! Ben bunu bir dereceye kadar yapabildim. Yıllar geçtikçe, belki de yaptığım işi diğer pek çok işten ayıran da bu oldu... yani çoğu odyovizüel şeylerden! Çünkü, bir film yönetmeni olarak, bazı bakımlardan, ne yaptığım konusunda farkındalığım çok yüksek... işlerim, en uçlarda sezgisellik ve kendiliğindenliğin tuhaf bir karışımı, ama ne yaptığımı asla unutmadan. Genellikle, bir film yapımı sürecinde bilinçli olarak bir araya getirilmeyen bir takım unsurların karışımı gibi... en azından belgesel denilen şeyde, asla bir araya getirilmeyen. Dolayısıyla, ilk soru, yaptığım işler belgeseller olarak değerlendirilebilir mi? Neyin belgesel olduğundan da hiç emin değilim. Bence, bu son derece yanıltıcı bir ifade biçimi. Film yaparken beni ilgilendiren sadece yaşadığım kişisel süreç değil... çekimde yer alan, çekime katılanların ve izleyicilerin de yaşadıkları öngörülemez süreçler. Üç unsur var: Bir, kendi sürecim; iki, filme konu olan veya filmde yer alan aktörler; üç, filmi yeniden yaratanlar, yani izleyiciler. Odyovizüel alanda izleyiciler her zaman... yada çoğu zaman pasif alıcı unsurlar olarak görülür, oysa öyle değil tabi. Yaptıklarımla insanları düşünmeye sevk etmek, hatta bu bağlamda meydan okumak, benim için çok önemli.

Yaptığım, onlar için bir ortam yaratıp, bu suretle konu hakkında düşünmelerini, okumalarını, konuşmalarını sağlamak... sıradan film yapımları için söz konusu olmayanı, yani onlarla birlikte çalışmayı sağlamak. Bir anlamda kolektif bir süreçi işletmek. İzleyicilere, hep, konuşma fırsatı sunmak ve söylediklerimi kendi kelimelerinize dökün diyebilmek. Bu, izleyicinin katılımına izin veren, bunu hissettiren, bunun önemini, kendileriyle olan bağını, ilişkisini hissettiren yaratıcı bir ortamın oluşturulması demek ve, kendi başına, geleneksel olandan bir adım ötede bir duruş. Demek istediğim şu: Eğer tüm bu unsurlar birbirleriyle bağlantılıysa, o zaman sadece basit bir yönetmenlik işi değil yaptığınız... farklı bir şey yaratmak. Ve işlerimin evrildiği bu süreç, umarım daha az “yönetilmiş” liktir... insanlara, araştırmalara katılmak, konuşmaya başlamadan düşünmek ve tepkilerini kendi terazilerinde tartmak için daha çok yer açma, daha geniş alan açma çabası.

Tahmin edersiniz, bu kolay bir iş değil... yani, bir şeyin nereye kadar kendiliğinden, hatta kaotik olmasına izin verebilir veya onu ne kadar denetim altında tutabilirsiniz? Bu soruyu kendime hep sordum: Acaba onları ne derece denetim altında tutuyorum?
Ve, anlaşılacağı üzere, şu yada bu şekilde şahsen ben de hep orada oldum.... Yaptığım işler, benim için de birer deney; kendimi ne kadar geri çekip, başkalarına kendilerini ifade edebilmeleri için ne kadar yer açabildiğimin denemesi. Ne var ki, denetim altında tutma sorunu nedeniyle, işlerimi yapılabilecek en radikal işler olarak görmediğimi söylemeliyim. Denetim unsuru, hep, oralarda bir yerde duruyor. Kendimi, tümüyle üzgür bir video sanatçısı ile baskıcı, otoriter bir televizyoncu arasında salınan bir yerde görüyorum. Ve bu orta alan, benim için çok önemli bir alan... çünkü televizyoncuların artan sayılarda girmeleri halinde, hem kendilerini, hem de izleyiciyi özgürleştirebilecekleri bir alan. Medya mensubu pek çok insanla konuşuyorum. Hepsi tümüyle özgür video sanatçıları... kim bilir, belki de hiç düşünemedikleri bir durum bu… Fazlasıyla özgür veya fazlasıyla radikal. Ne diyordum... deneylerim hep o orta alanda yoğunlaşıyor... ne olduğunu görebilme adına, çünkü, itiraf etmeliyim ki ben de emin değilim. Hiç bir filmime bakıp, “hah, izleyiciyi denetimden tümüyle kurtulmuş, kontrolu onlara teslim etmişim” diyemiyorum. Bunu diyemiyorum, çünkü yapamıyorum. Çünkü, hep kurgulaya geldim. Belki de kurgulama işini sevdiğim için. Oysa bu bir tuzak. Tıpkı bir ressamın boyamasını sevdiği gibi. Like a painter likes painting. Şunu anlamalısınız... editing son derece yoğun bir yaratıcılık süreci.

İşte... problemler - problem demeyelim – bir yönetmenin karşılaştığı meydan okumalar bunlar.

Bir takım resimleri, imajları ve sesleri bir araya getiriyoruz, ama izleyicilerle, insanlarla bunu yapmanın ne demek olduğunu hiç tartışmadık. Bunun toplum üzerindeki etkisi ne; tarih üzerindeki etkisi ne; kişisel duygularımız üzerindeki etkisi ne; birbirimizle konuşma biçimimiz üzerindeki etkisi ne; zaman, uzam, yapı ve süreç hakkında düşündüklerimize etkileri neler? Sürekli olarak ve son derece manipülatif biçimde, bütün anılan hususlar üzerinde otoriter, sabit, tanzim edici ve hiyerarşik programlama yaparak işliyor. Oysa, insanoğlu, yani bizler bunu yapmamaya çalışırız. Anılarımızda, duygularımızda karmaşıklığa yer veririz de, gördüğümüz resimler veya duyduğumuz sesler itibariyle bunu yapmayız.

Tarihe gelince; benim için tarih dün, bugün, yarın... sürekli dönüşen, birbirine bağlanan bir süreç. Tarihe hak ettiği değeri vermediğimiz ve üzerine yeterince düşünmediğimiz için hep üzülmüş, endişelenmişimdir.
Bence durum çok zorlaştı. İtiraf etmek beni üzüyor, ama son derece karamsar olduğumu söylemek zorundayım. Beş yıl önceye kadar böyle değildim, ama artık bunu çok düşünür ve hisseder oldum. Neden böyle olduğunu merak ediyorum... insan türü olarak buna nasıl izin verdik? Hareket eden resimler ve ses türümüzü çok etkilemekte. İnanılmaz bir biçimde, onlara fazlasıyla itimat ediyor, onlardan fazlasıyla etkileniyor ve onları eleştirmekten hoşlanmıyoruz. Eleştirel olanlar ve bunu sezgiyle, yani doğal olarak yapanlar var... geçmişi şu veya bu nedenle hatırlayan. Ama bence bugüne bir umutsuzluk hakim.; birey olarak yapabilecekleri hiçbir şeyin olmadığını hisseden ve önemli ölçüde pasif kalanlar.

Filmlerimle söylediklerimi dinleyenler var. Gayet sempatik, iyi insanlar. Film seven, ama odyovizüel süreçte – kendi yaptıkları bazı filmler dahil – belki, bazı bakımlardan bir takım sorunlar olduğunu duymak istemeyen insanlar. Neden? Çünkü, bu hiyerarşik yapının bir özelliği?. Bu durum beni endişelendiriyor. Hep endişelendirdi. Bu konu hakkında fazla konuşamam. Evet... Bu kutsal noktaya fazlasıyla eğilen bir İngiliz gibi aynı zamanda. Maalesef. Bu, temelde eleştirel düşünebilme meselesi. Öyle düşünüyorum. Samimi, gerçekten eleştirel, kendine eleştirel düşünce. O kadar.